Sakin ve Ölçülü | Yakup Sekizkök
Yakup Sekizkök geçen sezon fırtınalı denizde Daçka gemisini yüzdürmeyi başardı. Bu sezonsa sarı kırmızılı geminin dümeninde… Ve hedefleri büyük… Sekizkök hem antrenörlüğe geçişini hem de Galatasaray günlerini anlattı…
RÖPORTAJ: ALP ULAGAY
Onu ekranda izlerken sakin bir karakter olarak gözledim. Öyle çok bağırıp çağırmayan, bu sükûneti takımına da yansıtan bir lider izlenimi verdi bana hep. Onunla bir saati uzun konuşmamızda da bu izlenimim pekişti. Spor dünyasında alışmadığımız kadar iyi eğitimli, sakin ve ikna edici bir ses tonuna sahip ayrıca aklındakini net bir dille izah eden bir başantrenörle karşılaştım. Her alanda agresifliğin prim yaptığı Türkiye’de böyle sakin bir liderle karşılaşmak rahatlatıcı oldu. Yakup Sekizkök (44) uzun yıllar ikinci adam olarak oturduğu bench’ten nasıl birinci adamlığa geçtiğini, bunun için yıllar nasıl hazırlandığını anlattı. Elbette, Galatasaray’ın bu sezonki durumunu da konuştuk.
- İlk önce biraz Galatasaray’ın mevcut sezonuyla ilgili birkaç soru soracağım. O salona basketbol gelişim merkezi yerine hâlâ Abdi İpekçi Salonu demekten yanayım. Oraya dönmekten memnun musunuz?
- Açıkçası biz çok heyecanlıydık Abdi İpekçi'ye dönmek için. Hem yeni ve modern bir tesis söz konusuydu hem de Galatasaray’ın en son kazandığı iki büyük şampiyonluğun yaşandığı lokasyondu orası. Bir yandan da kulübün Florya'yla ilgili yeni projeleri sebebiyle yeni bir yuva arıyorduk. Bu sebeple çok hevesli bir şekilde bu geçişi yaptık. Burada yönetim çok ciddi bir fedakârlık yaptı. Çünkü Sinan Erdem Spor Salonu’na göre buradaki maliyetler daha yüksek. Her yeni tesiste olduğu gibi basketbol gelişim merkezinde de bazı ufak tefek sıkıntılar var ama şu an için memnunuz. Taraftarımız da çok hevesle ve heyecanla bekliyordu bu geçişi. Fakat henüz onları tam istediğimiz ölçüde salona getiremedik. Bu noktada görev biraz bize düşüyor: Onları salona çekebilmek için daha başarılı olmamız lazım.
- Galatasaray’a geçen sezonun ortasında geldiniz. Bir yandan takımı toparlamaya çalışırken bir yandan da bu sezonun planlamasını yaptınız. Bol bol oyuncu izleyerek bu sezonun kadrosunu erkenden kurdunuz sanırım. Bunun avantajını şimdi görüyor musunuz?
- O dönemde araştırmaya ve transfer sürecine başladık. Fakat elimizde bu seneki bütçemizin üzerinde ve devam eden kontratlar vardı. “Bunların ne kadarından çıkabiliriz?” “Çıktığımız takdirde bizi ilk dörde aday bir noktaya getirecek bir kadro kurabilir miyiz?” gibi soruların yanıtını bilmeden araştırmalara başladık. Zaten transfere sezonun son maçından sonra başlamazsın. 12 ay boyunca piyasayı hep takip etmek gerekir. Ayrıca milli takım görevim de olduğu için kamp başlamadan transferi bitirmek istiyordum. Transferi erken bitirdiğimiz için kurduğumuz kadroyla oynayacağımız basketbolu daha fazla düşünme fırsatımız oldu. Çünkü bu sezon önümüzde üç ana hedef birden var. Hepsinde başarılı olmak için transfer dönemini erken açmanın faydasını gördüğümüzü düşünüyorum.
Ayrıca bu sezon başında yaşadığımız üst üste sakatlıklardan sonra çabuk toparlanmamızı sağlayan faktör kadroda birkaç pozisyon oynayabilecek gardlarımızın bulunması ve uzun rotasyonumuzdaki geniş yelpaze oldu. Bu anlamda erken yola çıkmanın faydasını gördük.
- İlk göreve geldiğinizde sahadaki beş oyuncunun savunma ve hücumda senkronize olmasıyla ilgili bir ana fikriniz vardı. O senkronizasyonda hangi noktadasınız?
- Aslında skor gücü yüksek yabancı gardlar aldık. Ama sezon başında daha çok defansif yönü ön plana çıkan bir takım görüntümüz vardı. Bu önemli çünkü o savunmayı oturtamazsanız, daha sonra ısıran ve saldıran bir takım hâline gelmek çok zor oluyor. Özellikle uzun oyuncularımız Delgado, Uzundu ve Samet’in takıma verdiği sertlik ve boyalı bölge hakimiyetiyle işin savunma tarafını hallettik. Ama sakatlıklar sebebiyle böyle silahlardan mahrum kalınca tabii ki hücumda istediğimiz basketbolu çok oynayamadık. Ne zaman ki Buğra eklendi, Livingston istediğimiz randımanda biraz daha sorumluluk almaya başladı hücuma da bir akıcılık geldi. Şimdi potansiyelimize yaklaştığımızı düşünüyorum ama daha da iyi olabiliriz.
ERGİN HOCA PANA’YA İSTEDİ
- Buradan başantrenörlüğe geçelim. 2023 yazında baş antrenörlük macerasına atıldınız. Halbuki Panathinaikos’a gidip yardımcı devam etmeniz mümkündü. Size birinci adam rolüne geçme kararını aldıran faktörler nelerdi?
- Aslında Anadolu Efes’te çalıştığım dönemde de bana bazı kapılar açılmıştı. Ama oradaki durumdan çok memnundum: Takım başarılıydı, EuroLeague’in zirvesindeydik. Bu sebeple yeni bir adım atma ihtiyacı görmedim. Doğru, önceki yaz Ergin Hoca, Panathinaikos’ta benimle tekrar çalışmak istediğini söyledi. Hatta “Bir takımdan teklif gelirse git. Eğer olmazsa kapı açık” bile dedi. Fakat Panathinaikos’ta asistan koç olarak çalışıp beni ileride başantrenör yapabileceklerine çok ihtimal vermedim. Ayrıca ileride Yunan Ligi'nde başka bir takımda başantrenör olabileceğimi de düşünmedim. Bu sebeple benim için en doğru tercih Türkiye'de başlamak olacaktı.
Bu noktada Darüşşafaka önemli bir seçimdi. Tanıdığım bir kulüp, basketbola ve eğitime değer veren bir camia söz konusuydu. Kısa sürse de hem benim için hem Darüşşafaka için iyi bir birliktelik olduğunu düşünüyorum. Devamında geçen yıl şubat ayında Galatasaray dönemi başladı.
- Henüz lisede ve üniversitede okurken altyapıda takım çalıştırdığınız dönemler var. Sonra BSL’de 16 yıl asistan koçluk yaptınız. Bunun 2012’den sonra önemli bir bölümü ikinci adamlıkla geçti. Başantrenörlüğe geçtiğinizde en büyük farkı nerede gördünüz?
- Birinci ve en bariz fark şu: Maçın herhangi bir anında son kararı verme. İkinci farksa transferde son kararı verme. Ama daha önce gerek Beşiktaş, gerek Banvit, gerek Galatasaray ve Anadolu Efes olsun tüm kulüplerde bu sorumluluğu hissederek çalıştım. Hep elimi taşın altına soktum. İnandığım bir şey varsa hem maç esnasında hem transferde, hatta gerektiği yerde idari konularda Ergin Hoca'yı sıkıştırmışımdır. Bu sebeple siyahtan beyaza bir geçiş olmadı benim için. Önceki kulüplerde sadece maaşımı alıp bir memur gibi işe gidip gelmediğim için kendimi bugünkü görevime hazırladığımı düşünüyorum.
- Bir de şu var: Basketbolda birinci adamlığa geçince medya işleri ve diğer saha dışı işler daha fazla vakit alır. Bazen haklı olarak antrenörler bu medya işlerinden sıkılır. Önceden tahmin etmediğiniz böyle ekstra işler çıktı mı başantrenörlüğe başlayınca?
- Çok çıkmadı açıkçası. Çok fazla ekstra iş geldiğini söyleyemem. Zaten bunlara alışık olduğum için herhangi bir konsantrasyon kaybı olmadı. Çünkü Anadolu Efes’te sadece Ergin Hoca değil, genel menajer Alper Yılmaz ve takım menajeri Özgür Alyüz de idari konularda çok ciddi bir alan veriyordu bana. Hem transfer dönemindeki işler hem takımın seyahatleri ve planlamalar hep alışık olduğum konulardı. Hatta bence bu tip konularla ilgilendiğiniz zaman kulübe daha fazla aidiyet hissediyorsunuz. Yani “ben basketbol antrenörüyüm. Sadece X ve O’lara bakarım, oyuncularla ilgilenirim” dediğiniz zaman o kulüple bir bağ kurmanız da zorlaşıyor.
- Yıllar içinde benimsediğiniz oyun felsefesinin nasıl geliştiğini de merak ediyorum açıkçası. Bugüne kadar kimlerden, hangi takımlardan etkilendiniz?
- Muhakkak çalıştığım her koçtan, hatta beraber çalıştığım ekipteki tüm yardımcı koçlardan bir şeyler alıp kafamdaki bilgi dağarcığına eklemişimdir. En çok etkilendiğim ve beğendiğim koçlar birbirine çok benzemese bile özellikle hücumdaki detayları açısından iki İspanyol antrenör Xavi Pascual ve Pablo Laso’nun adını verebilirim. Belki bu sezon kafamızda Pascual’in basketboluna daha yakın bir şablon vardı. Ama şimdi daha tempolu, hızlı sonuca giden kısa aksiyonlar, açık saha oyunu ve şutör gardlarla biraz daha Laso’nun oynattığı basketbola doğru ilerliyoruz.
Bunun dışında muhakkak Ergin Hoca'yla çalışırken onun ısrarcı ve talepkâr olması, oyuncunun performansını yükseltmesi gibi becerileriyle yeteneklerini örnek almışımdır. Ayrıca kariyerinin başında altyapıda çalışıp sonra bulunduğu kulvarda ilerlemiş ve başarılı olmuş antrenörleri de örnek aldım. Mesela Ertuğrul Erdoğan, Oktay Mahmuti, Ahmet Çakı veya Murat Özyer gibi…
SERT ANTRENMAN YAPMAMIZ ŞART
- Ciddi ve sert antrenman temposunun uzun vadede faydasına inanıyorsunuz. Bir buçuk yıllık deneyimden sonra aynı noktada mısınız hâlâ?
- Kesinlikle aynı noktadayım. Basketbol oynamak çok zevkli ama basketbolculuğu meslek olarak yapmak çok zor. Bizim antrenmanımız çok ağır geçer. İşin halter ve atletizm kısmından bahsetmiyorum. Bunu yazın bir seviyeye getirip sezon içinde koruyabilirsin. Ama asıl zoru şu: Her gün kıran kırana beşe beş basketbol oynuyorsun. Çünkü 15-16 kişilik geniş hiçbir kadronuz var. Bu oyuncuları sadece haftada iki maçta oynadıkları 25-30 dakikayla formda tutamazsın. O sürelere dayanıklı olabilmeleri için fikstüre göre doğru zamanlamayla, doğru yüklenmelerle çok sert ve uzun antrenmanlar yapmak lazım.
“Maçtan maça iş yapalım. Onun dışında sadece şut atalım, kısa bir beşe beş oynayalım” fikrine ben inanmıyorum. Belki fikstürü çok zor olan NBA ve EuroLeague takımlarında antrenman programı farklı kurgulanabilir. Ama Galatasaray’ın bu sezonki fikstüründe sert antrenman yapmamız şart.
- Bazen asistan koçlar oyuncuların biraz dert ortağı gibi olur. Oyuncular, başantrenöre söyleyemedikleri konuları asistan aracılığıyla iletirler. Başantrenör olduktan sonra oyuncularla ilişkinizde bir değişiklik oldu mu?
- Evet, ister istemez oldu ama şu da var: Oyuncuların benimle gelip konuşabilmesi için, kafasındakini söyleyebilmesi için sıklıkla ben onlara gidiyorum. Bazen bireysel toplantı organize ediyorum. Zaten oyuncu hastaysa, sakatsa ya da ailesinde bir sıkıntısı varsa muhakkak takip ediyorum. Ayrıca şu anki takımımda Buğra ve Göksenin gibi neredeyse 20 yıldır tanıdığım iki oyuncu var. Onlar bir aracıyla haber yollamak yerine gelip benimle konuşur. Bu diğer oyunculara da örnek olur. Galatasaray'a geldiğimde ilk antrenmandan önce kısa bir toplantı yapmıştım. Orada oyunculara adil, dürüst ve açık olacağımı söylemiştim. Şu anda da bu prensipler geçerli.
- Basketbolda biraz fazla bağıran çağıran bir antrenör ekolü vardır. Buna karşılık yeni oyuncu kuşağı farklı bir yaklaşım talep ediyor. Sanki biraz daha fazla ikna edilmeye ihtiyaçları var. Sizin akılcı karakteriniz buna daha uygun olabilir mi?
- Muhakkak kuşaklar değişiyor, eğitim sistemi değişiyor, iletişim değişiyor, insanlar arası ilişkiler değişiyor. Bunun işimize yansımaması da mümkün değil. Ama bu demek değildir ki, hep böyle Polyanna gibi pozitif olacağız. Benim karakterim de biraz sakin aslında. Tezcanlı hareket etmeyi seven biri değilim. Olayları ölçüp tartıp karar vermeyi severim. Ama antrenörlük sürekli aynı yüz ifadesiyle yapılacak bir meslek değil. Yeri geldiğinde tabii ki ben de reaksiyon gösteriyorum. Hatta bazen gereğinden fazla gösteriyorum. Kişiye, duruma ve olaya göre değişmesi gereken tepkiler olması çok normal. Önemli olan orada doğru tepkiyi verebilmek. Yani kızmak da gerekebilir, aynı hatayı yapan iki farklı oyuncuya iki farklı tepki vermek de gerekebilir.
- Zaman içinde Türkiye'deki yabancı oyuncu sayısına dair kurallar değişti. Şimdi neredeyse BSL’deki her takımda yedi yabancı var. Türkler azınlıkta kaldı. Bu kadar çok yabancılı bir ortamda orada çalışmanın zorlukları var mı?
- Çok bir zorluğu yok. Tabii ki kimseyi yabancı-Türk olarak ayırmadığınız sürece... Yıllardır bu tip kadro yapılarıyla çalıştığımız için, çok farklı ülkelerden, Balkan ülkelerinden, Batı Avrupa'dan, Kuzey Avrupa'dan, ABD’den, Afrika'dan birçok oyuncuyla çalıştığımız için bize artık doğal geliyor. Yabancı oyuncuların elbette bir alışma dönemi var. Bazı alışkanlıkları, bayramları, tatilleri, aile içi düzenli farklı olabiliyor.
Yerli oyuncuların daha tahmin edilebilir bir sosyal ve aile hayatları var. Buna karşılık takımda iletişim dilimiz hep İngilizce. Antrenmanı mecburen İngilizce yapıyorsunuz. Burada Türk oyuncuların tutumu ve ilişkileri çok ön plana çıkıyor. Çünkü işler ayrı gayrı gittiği zaman o takım kesinlikle dikiş tutmuyor. Muhakkak oyuncuların beraber kazanıp beraber kaybetmesi lazım. Bu noktada Galatasaray’da çok tecrübeli Türk oyuncularımız Samet, Göksenin, Buğrahan ve Can bize çok ciddi katkı sağlıyor.
- Türkiye’de basketbol ile eğitim ilişkisi yıllar önce koptu. Son 25 yılda çok iyi bir liseye gidip aynı zamanda profesyonel basketbolcu olan oyuncular parmakla gösterilir. Halbuki siz çok iyi okullara gittiniz. Böyle çok iyi eğitim kurumlarında okumuş olmanın bir faydasını gördünüz mü antrenörlükte?
- Muhakkak olduğunu düşünüyorum. Tabii ki aldığın finans, pazarlama, ekonomi derslerinin bire bir etkisi yok. Ama sonuçta Anadolu lisesinden sonra Koç Üniversitesi'nin ekonomi bölümü mezunuyum. Sonuçta ciddi bir eğitim kurumunda 4-5 yıl emek verip dersleri takip edip, sınavlara girip hazırlanmak size bir çalışma disiplinini kazandırıyor. Bu da profesyonel çalışma hayatınıza yansıyor. Buna karşılık profesyonel basketbol, eğitimle beraber götürülecek bir iş değil. Kimse yapamaz demiyorum. Türkiye’de bunu başarmış olan özel sporcular var. Sinan Güler, Derya Yannier ve Doğuş Balbay aklıma ilk gelen isimler. Ama bunu genele yaymak ve her profesyonel oyuncudan beklemek zor.
YORUMLAR