Film şeridi
"Ginobili, Parker ve Nowitzki... 3 büyük yıldız, 3 büyük hikâye, 3 idol. Kiminin çocukluk anıları, kiminin gençlik zamanları... Bir devir tüm zarafetiyle kapandı."
01 Kasım 2019 - 11:37 - Güncelleme: 02 Kasım 2019 - 11:50
ALİ KONAVİÇ
NBA sezonunun başlayacağı ay her zaman için heyecan vericidir. Dünya’da en uzun arayı veren liglerden biri olan NBA’de geri dönüşü iple çekmek şaşılacak bir durum değil, ancak bu bekleyişin buruk tarafları da oluyor. Biz Avrupalı basketbolseverler için bu seferki geri dönüş bu buruklukları daha da fazla barındırıyor.
Bir normal sezon MVP’si ve bir Finaller MVP’si. Zaten bir kıtanın bireysel anlamda üretebileceği en yüksek seviyede iki oyuncudan bahsediyoruz. Bir tarafta Almanların hakikaten bir makine olarak ürettiği ve meyvesini “En Değerli Oyuncu” ödülüyle aldıkları Dirk Nowitzki, öte yandan 21. yüzyılın en önemli guardlarından Tony Parker. Her ne kadar Tony Parker, son sezonunu Charlotte’ta oynasa da, tıpkı Nowitzki gibi o da kendi franchise’ının bayrak isimlerinden.
Bu isimleri sahada ortaya koydukları oyun, istatistikler, bireysel ve takımsal başarılardan
öte algılamak gerek. Zaten aksi hâlde değerlendirme fazlasıyla kolay oluyor. İki ismin de, takım ve bireysel bazda yapmadığı neredeyse hiçbir şey yok. Peki hissettirdikleri? Yaşlı kıtada basketbolun kimliğine ve popülaritesine yaptıkları katkı? Asıl üzerinde durulması
gereken şey bu olsa gerek.
2015 Avrupa Basketbol Şampiyonası’na ev sahipliği yapan Almanya’da, Dirk Nowitzki’nin milli takıma vedası bir dönemin kapanması anlamına geliyordu. Tribünler, dev skorborddaki 'Danke Dirk' yazısı ve tüm o alkışlar içerisinde herhalde herkesin gözünün önünden Nowitzki’nin kariyeri akıp gitmiştir. 2007’de yapılması imkânsız gözüken bir şeyi yapıp, bir Avrupalı olarak normal sezonun en değerli oyuncusu seçilmesi; Avrupa-NBA ilişkisinde son tabuyu da kıran hamle olmuştu.
İnsanlar bu ilişkide Drazen Petrovic’i haklı olarak ön plana çıkartsa da, Avrupalıların adım adım büyüttüğü, önce garnitür oyuncudan rol oyunculuğuna, sonra ilk 5 oyunculuğuna terfi ettirdikleri 'Avrupalı' oyuncu figürünü en tepeye çıkartan şüphesiz Nowitzki oldu. MVP’lik, verilen değil, alınan şeylerin en büyüğü. Bu ifadeyi biraz açmak gerekirse, globalleşen dünyada, bu küreselleşmenin bayraktarlığını yapan ABD kamuoyu; bir noktada Avrupalı oyuncuların NBA’de bir renk olarak bulunmasına zaten sıcak bakacaktı. Ancak MVP’lik… Bu son derece cüretkar bir şeydi ve ancak bunun kazanılmasıyla dengeler gerçekten değişti. Nowitzki, “Bunlar da basketbol oynayabiliyor” çizgisini, “Aaa bunların bazıları bizden daha iyi basketbol oynuyor” noktasına taşıdı.
Dallas Mavericks’in yeni parke dizaynında efsanesi Dirk Nowitzki’ye yer verilmesi ve kulüp sahibi Cuban’ın “Görülmüş en büyük heykeli Nowitzki için yapacağım” demesi de bu hak edilmiş saygının en net yansıması olsa gerek. Nowitzki hem parkede hem saha dışında Avrupa basketbolunun yeni ve saygın profili oldu.
Vitrindeki isim olmayı her anlamda çok iyi kotardı ve arkasından gelen Jokic tipi oyuncuların cebine bir kartvizit koydu. Bu kartvizit artık her kapıyı açıyor ve Nowitzki’nin kırıp girmek zorunda olduğu o kapıdan buyur edilerek geçmenizi sağlıyor.
Tony Parker. O bambaşka bir hikâye. Onun hikâyesi zaten Manu Ginobili ile kendiliğinden birleşmişti, biz de o noktadan devam edelim. 2004 Olimpiyatları'nda, NBA kamuoyu tarafından pek iyi tanınan bir Spurs oyuncusu olmasına karşın onları şaşırtmayı başaran biriydi Ginobili. Çok soğukkanlı, çok zeki, kritik karar anlarında çok keskindi.
Bir uzun için farklılık yaratmak çok zor değildi. Uzun fundamentalı, iki basketbol kültürü arasındaki en temel farktı. Divac’ın topu yere vurup, tam saha elini kolunu sallaya sallaya gitmesi de NBA izleyicisini heyecanlandırmak için yetmişti. Sabonis’in tepede dağıttığı paslar görülmemiş şeyler değildi; ancak bunu bir kuğu klaslığında yapıyordu ve işte bu yeniydi. İnanılmaz bir vücut kontrolü vardı ve elleri bir guard kadar yumuşaktı. Birçok anlamda bambaşkaydı. Peki bir kısa olarak nasıl bir farklılık koyabilirdiniz ortaya? Bu hakikaten çok daha zor bir mesaiydi...
Zira çeşitlilik olarak NBA kısaları, Avrupalı kısaların kilometrelerce önündeydi. Bu abartılı bir ifade olarak algılanmasın, Tony Parker ve Manu Ginobili lige girdiklerinde her farklı profilden üçer üst düzey guard saymak mümkündü.
Bu noktada Ginobili ve Parker için bir isim ve bir mentalite kariyerlerini değiştiren unsurlar oldu. O isim Gregg Popovich, o mentalite ise onun yarattığı sistemde; diğerlerinin iyi yaptıklarını, şampiyonluk seviyesinde yapmak oldu. Oyuna tonunu vermek, karar mekanizmasını mükemmelleştirmek, şampiyonluk için oynamak. Parker ve Ginobili’yi her takımın istediği oyuncular hâline getiren şeyler bunlardı.
Popovich’in kanatlarının altından çıktıları yazlarda, bu özelliklerini milli takımlarına da taşıdılar ve madalyaları da topladılar. Popovich’in o, 'Dünyanın en güzel basketbolunu oynayan' takımında arka alanda kilit rol bu ikiliye aitti.
Tim Duncan ve geç dönemlerde Kawhi Leonard’ın katkısı yadsınamaz; ancak takıma ruhunu üfleyen iki isim bence Parker ve Ginobili oluyordu. İki parke generali, NBA ve Dünya basketboluna unutulmaz izler bıraktı. Ginobili’siz ilk sezon geçtiğimiz yıl geride kalmıştı, Parker’sız ilk sezonu da, tıpkı Nowitzki gibi bu yıl göreceğiz. NBA’in sahip olduğu korkunç oyuncu havuzunda Parker’ı ara sıra unutur gibi olursanız; sadece geçen sezon Charlotte formasıyla kenardan gelip oynadığı 4-5 dakikalık sekansları hatırlamanız yeterli.
Ginobili ise, şu sıralar bir diğer efsane Scola ile kaybedilen Dünya Kupası finali üzerine konuşuyor olsa gerek… Zira kendi ülkesine taşıdığı kültür, Arjantin’i 21. yüzyılın en büyük basketbol ülkelerinden biri yaptı, onu da kıtalararası bir basketbol elçisi.
NBA sezonunun başlayacağı ay her zaman için heyecan vericidir. Dünya’da en uzun arayı veren liglerden biri olan NBA’de geri dönüşü iple çekmek şaşılacak bir durum değil, ancak bu bekleyişin buruk tarafları da oluyor. Biz Avrupalı basketbolseverler için bu seferki geri dönüş bu buruklukları daha da fazla barındırıyor.
Bir normal sezon MVP’si ve bir Finaller MVP’si. Zaten bir kıtanın bireysel anlamda üretebileceği en yüksek seviyede iki oyuncudan bahsediyoruz. Bir tarafta Almanların hakikaten bir makine olarak ürettiği ve meyvesini “En Değerli Oyuncu” ödülüyle aldıkları Dirk Nowitzki, öte yandan 21. yüzyılın en önemli guardlarından Tony Parker. Her ne kadar Tony Parker, son sezonunu Charlotte’ta oynasa da, tıpkı Nowitzki gibi o da kendi franchise’ının bayrak isimlerinden.
Bu isimleri sahada ortaya koydukları oyun, istatistikler, bireysel ve takımsal başarılardan
öte algılamak gerek. Zaten aksi hâlde değerlendirme fazlasıyla kolay oluyor. İki ismin de, takım ve bireysel bazda yapmadığı neredeyse hiçbir şey yok. Peki hissettirdikleri? Yaşlı kıtada basketbolun kimliğine ve popülaritesine yaptıkları katkı? Asıl üzerinde durulması
gereken şey bu olsa gerek.
2015 Avrupa Basketbol Şampiyonası’na ev sahipliği yapan Almanya’da, Dirk Nowitzki’nin milli takıma vedası bir dönemin kapanması anlamına geliyordu. Tribünler, dev skorborddaki 'Danke Dirk' yazısı ve tüm o alkışlar içerisinde herhalde herkesin gözünün önünden Nowitzki’nin kariyeri akıp gitmiştir. 2007’de yapılması imkânsız gözüken bir şeyi yapıp, bir Avrupalı olarak normal sezonun en değerli oyuncusu seçilmesi; Avrupa-NBA ilişkisinde son tabuyu da kıran hamle olmuştu.
İnsanlar bu ilişkide Drazen Petrovic’i haklı olarak ön plana çıkartsa da, Avrupalıların adım adım büyüttüğü, önce garnitür oyuncudan rol oyunculuğuna, sonra ilk 5 oyunculuğuna terfi ettirdikleri 'Avrupalı' oyuncu figürünü en tepeye çıkartan şüphesiz Nowitzki oldu. MVP’lik, verilen değil, alınan şeylerin en büyüğü. Bu ifadeyi biraz açmak gerekirse, globalleşen dünyada, bu küreselleşmenin bayraktarlığını yapan ABD kamuoyu; bir noktada Avrupalı oyuncuların NBA’de bir renk olarak bulunmasına zaten sıcak bakacaktı. Ancak MVP’lik… Bu son derece cüretkar bir şeydi ve ancak bunun kazanılmasıyla dengeler gerçekten değişti. Nowitzki, “Bunlar da basketbol oynayabiliyor” çizgisini, “Aaa bunların bazıları bizden daha iyi basketbol oynuyor” noktasına taşıdı.
Dallas Mavericks’in yeni parke dizaynında efsanesi Dirk Nowitzki’ye yer verilmesi ve kulüp sahibi Cuban’ın “Görülmüş en büyük heykeli Nowitzki için yapacağım” demesi de bu hak edilmiş saygının en net yansıması olsa gerek. Nowitzki hem parkede hem saha dışında Avrupa basketbolunun yeni ve saygın profili oldu.
Vitrindeki isim olmayı her anlamda çok iyi kotardı ve arkasından gelen Jokic tipi oyuncuların cebine bir kartvizit koydu. Bu kartvizit artık her kapıyı açıyor ve Nowitzki’nin kırıp girmek zorunda olduğu o kapıdan buyur edilerek geçmenizi sağlıyor.
Tony Parker. O bambaşka bir hikâye. Onun hikâyesi zaten Manu Ginobili ile kendiliğinden birleşmişti, biz de o noktadan devam edelim. 2004 Olimpiyatları'nda, NBA kamuoyu tarafından pek iyi tanınan bir Spurs oyuncusu olmasına karşın onları şaşırtmayı başaran biriydi Ginobili. Çok soğukkanlı, çok zeki, kritik karar anlarında çok keskindi.
Bir uzun için farklılık yaratmak çok zor değildi. Uzun fundamentalı, iki basketbol kültürü arasındaki en temel farktı. Divac’ın topu yere vurup, tam saha elini kolunu sallaya sallaya gitmesi de NBA izleyicisini heyecanlandırmak için yetmişti. Sabonis’in tepede dağıttığı paslar görülmemiş şeyler değildi; ancak bunu bir kuğu klaslığında yapıyordu ve işte bu yeniydi. İnanılmaz bir vücut kontrolü vardı ve elleri bir guard kadar yumuşaktı. Birçok anlamda bambaşkaydı. Peki bir kısa olarak nasıl bir farklılık koyabilirdiniz ortaya? Bu hakikaten çok daha zor bir mesaiydi...
Zira çeşitlilik olarak NBA kısaları, Avrupalı kısaların kilometrelerce önündeydi. Bu abartılı bir ifade olarak algılanmasın, Tony Parker ve Manu Ginobili lige girdiklerinde her farklı profilden üçer üst düzey guard saymak mümkündü.
Bu noktada Ginobili ve Parker için bir isim ve bir mentalite kariyerlerini değiştiren unsurlar oldu. O isim Gregg Popovich, o mentalite ise onun yarattığı sistemde; diğerlerinin iyi yaptıklarını, şampiyonluk seviyesinde yapmak oldu. Oyuna tonunu vermek, karar mekanizmasını mükemmelleştirmek, şampiyonluk için oynamak. Parker ve Ginobili’yi her takımın istediği oyuncular hâline getiren şeyler bunlardı.
Popovich’in kanatlarının altından çıktıları yazlarda, bu özelliklerini milli takımlarına da taşıdılar ve madalyaları da topladılar. Popovich’in o, 'Dünyanın en güzel basketbolunu oynayan' takımında arka alanda kilit rol bu ikiliye aitti.
Tim Duncan ve geç dönemlerde Kawhi Leonard’ın katkısı yadsınamaz; ancak takıma ruhunu üfleyen iki isim bence Parker ve Ginobili oluyordu. İki parke generali, NBA ve Dünya basketboluna unutulmaz izler bıraktı. Ginobili’siz ilk sezon geçtiğimiz yıl geride kalmıştı, Parker’sız ilk sezonu da, tıpkı Nowitzki gibi bu yıl göreceğiz. NBA’in sahip olduğu korkunç oyuncu havuzunda Parker’ı ara sıra unutur gibi olursanız; sadece geçen sezon Charlotte formasıyla kenardan gelip oynadığı 4-5 dakikalık sekansları hatırlamanız yeterli.
Ginobili ise, şu sıralar bir diğer efsane Scola ile kaybedilen Dünya Kupası finali üzerine konuşuyor olsa gerek… Zira kendi ülkesine taşıdığı kültür, Arjantin’i 21. yüzyılın en büyük basketbol ülkelerinden biri yaptı, onu da kıtalararası bir basketbol elçisi.
YORUMLAR